4 Temmuz 2014 Cuma

27 Haziran 2014 Cuma

15 Haziran 2014 Pazar

KARAKALEM


Sizlere son dönemde yoğunlaşmış olduğum bir sanattan bahsetmek istiyorum bu güzel sanatın adı: Karakalem. Aslında uzun zamandır merak duyduğum fakat pek vaktim olmadığı için ilgilenemediğim bir dal. Ciddi anlamda insana huzur veren, rahatlatan ve dinginlik sağlayan bir şey olduğunu söylemeliyim. Resim çizmek için çoğu zaman çeşit çeşit boyalar ve farklı farklı malzemeler kullanırız. Ama karakalem için gereken şeyler: Bir kurşun kalem ve bir kağıttır. Üstelik resim çizmek için kullanılan bu yardımcı malzeme tek bir renkten oluşuyor: Siyahtan. Sizce de tek bir renkten binlerce hissin kağıda yansıtılması ilginç değil mi? Karakalem çizmede kullandığımız kurşun kalemler asma ve söğüt dallarının yakılıp ahşap arasına sıkıştırılmasıyla oluşur. Karakalem resimde dikkat edilmesi gereken iki şey vardır bunlar: Çizilen resimdeki objeye vs. ışığın hangi yönden geldiği belirlenmeli ve tonlamalar buna göre yapılmalıdır. İkinci olarak da: Resmi çizerken kalemin, sizin kontrolünüzde olmasını sağlamalısınız. Karakalem resim çizmek istiyorsanız daima sabırlı olmalısınız. İlk başta çizdiğiniz resmin mükemmel olmasını beklememelisiniz.  Eğer çizdiğiniz resim sizi tatmin etmediyse disiplinli olarak çalışmaya devam etmeli ve yeni resimler çizip bu hatalarınızı düzeltmelisiniz. İlk başlarda porte gibi zor çizilebilecek resimlerden ziyade daha basit çizilebilecek olan meyve, eşya,  vb. gibi şeyler çizilmelidir. Örneğin; önünüze bir elma alıp onu çizebilir ve daha sonra tonlamaları yapabilirsiniz. Eğer isterseniz bu konuda internette daha farklı ve basit çalışmalar bulup, onları da çizebilirsiniz, size kalmış. Konu hakkında daha fazla bilgi öğrenmek isterseniz, internette çeşitli videoları izleyip bu konuda daha fazla bilgi edinebilirsiniz.

13 Haziran 2014 Cuma

DOĞRU SÖZE NE DENİR....

Düşmanın en büyük hilesi, dostluğudur.

Sadi Şirâzi

12 Haziran 2014 Perşembe

KANDİLİNİZ MÜBAREK OLSUN...

Berat Kandili(Berâet Kandili), İslam dininde kutsal kabul edilen gecelerden biridir. Şaban ayının 14. gününü 15. gününe bağlayan gecesi Berat gecesidir. Osmanlı Devleti'nde II. Selim'den itibaren minarelerde kandil yakılmasıyla kandil adını almıştır.
Berat (Berâet), Arapça'da temize çıkma anlamına gelir. İslam inancına göre bu gecenin bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle Mübarek Gece; günahların affı ve kulların temize çıkarılması sebebiyle de Berat Gecesi ve kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle de Rahmet Gecesi gibi adlar da verilmiştir.
Müslümanlar bu geceyi ibadet ve taatle geçirmenin pek çok sevabı ve feyzi olduğuna inanır. Bu konuda İslam peygamberi Muhammed'in bir hadisi vardır:
"Şaban ayının on beşinci gecesi olduğu zaman, gecesinde ibadete kalkın. Ve o gecenin gündüzünde (kandilden sonraki gün) oruç tutunuz. Çünkü o gece güneş batınca Allah-u Teâlâ o andan fecir oluncaya kadar: 'Benden mağfiret dileyen yok mu, onu mağfiret edeyim. Benden rızık isteyen yok mu, onu rızıklandırayım. (Bir belâ ile) müptelâ olan yok mu, ona kurtuluş vereyim' buyurur." (İbn Mâce)

10 Haziran 2014 Salı

CENGİZ AYTMATOV ' UN ANISINA

Cengiz Aytmatov, 1928' de Kırgızistan' da doğdu. Adı Cengiz Han' dan esinlenerek konulmuştur. Gençliği 2. dünya savaşı döneminde geçmiştir. Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsünde okumuştur. Pravda'da yazmaya başladı. Eserleri 100' ün üzerinde dile çevrildi. "Gün olur asra bedel" isimli ünlü romanının film çekimi için gittiği, Tataristan' da böbrek yetmezliği nedeniyle rahatsızlandı. Tedavi olmak için götürüldüğü Almanya' da 10 Haziran 2008 günü vefat etti.
Eserlerinin bazıları Türkiye'de de film yapılmıştır. Selvi Boylum Al Yazmalım bunlardan birisidir. Benim çok sevdiğim kitapları arasında Gün Olur Asra Bedel, Dişi Kurdun Rüyaları, Cemile, Cengiz Han'a küsen Bulut, Toprak Ana vardır. Diğerlerini de okudum ama bunların zihnimde ve yüreğimde bıraktığı izler daha bir başka oldu.
Eserlerinde efsanelere ve halk hikayelerine yer veren yazar, bunların gençler tarafından unutulmamasını ve kültürün devamını hedeflemiştir. Benim özellikle zihnimde yer eden, Gün Olur Asra Bedel kitabında ki "Mankurt" kavramıydı. Kitapta geçen bu efsaneyi okuduğumda çok etkilendim. Bu efsane, günümüze de hitap etmekte ve pek çok insanın içinde bulunduğu durumu özetlemekteydi. Kitabı ilk okuduğumdan bu yana uzun yıllar geçti. Birden fazla okudum ve her seferinde ayrı bir lezzet aldım, yeni şeyler öğrendim.
 Yazarın özellikle 2. Dünya Savaşı dönemini anlatan kitaplarında, savaş döneminin bütün sıkıntılarını yaşayan Kırgız halkını görüyorsunuz. İnsanı derinden sarsan olaylarla karşılaşıyorsunuz. Komünist bir dönemin getirdiği yeniliklere uyum sağlamaya çalışan halkın, aynı zamanda savaşın getirdiği sıkıntıları nasıl göğüslemeye çalıştığını sanki birebir yaşıyorsunuz. Tabii günümüz aşklarına benzemeyen, saf ve temiz aşkları da kitaplarında görüyorsunuz. Çünkü, bu aşklar günümüz aşkları gibi süfli duygularla, bedene indirgenmiş aşklar değil; yüce duygulara hitap eden yüksek bir değer olarak işlenir.
Aytmatov'u okumak zevkli, aynı zamanda bilgilendirici bir faaliyettir. Hayatımda önemli yeri olan bu kitapları okumanızı tavsiye ederim. Bu büyük insanı rahmetle anıyorum. Bir sonra ki yazımda, günümüze de ışık tutan  Mankurtlaşmak konusunu ele almak istiyorum.

5 Haziran 2014 Perşembe

BEN DE MİMLENDİM:))))

Sevgili  http://sulemcafe.blogspot.com.tr/ beni mimlemiş, ben de cevap vereyim arkadaşıma:) Bu arada mimlenmek güzel şey...
1) Blog açma hikayeniz nedir?                                                                
2007 yılında sevgili arkadaşım gonuldenele, blog açtığını söyleyince, interneti seven ben de,bir blog açıp insanlarla bir şeyler paylaşmak istedim. Macera böyle başladı:)

2) Blog isminiz nerden geliyor? Neden bu isim?
O günlerde, televizyonda bir program var ve ismi "Hayata Evet". Konusu ise kişisel gelişim. Ben de blogumu,  daha çok, kişisel gelişim üzerine oturtacağım için bu ismi kullanayım dedim.

3) Hangi mevsimi seversiniz?
 Hepsini severim. Bir mevsim bitiyorken, diğerini özlemiş olurum:)

4) Bu mevsim size neyi çağrıştırıyor?
Kış mevsimi karı, yağmuru ve okulu,
İlkbahar canlılık ve cıvıltıyı,
Yaz tatili ve gezmeyi,
Sonbahar ise sararmış yaprakları ve tatil rehavetinden kurtulmayı çağrıştırıyor.

5) Kırmızı ruj mu yoksa eye-liner mı?
Eye-liner tabii ki.

6) Blog yazmak sana ne kazandırdı?
Blog yazarak çok farklı bir dünyaya dahil oldum bence. Çok farklı konularda, bu sayede farklı bakış açıları kazandım.

7) Kitap okumak mı yoksa bir şeyler yazmak mı?
Kitap okumak derim...

8) Şiir mi yoksa roman ya da hikaye mi?
Şiir okumayı çok sevmiyorum. Roman ya da hikaye daha bana göre.

9) En çok etkilendiğin film?
"Tibette 7 Yıl" ve "İyi, kötü, çirkin" diyebilirim. Ama unutamadığım başka bir sürü film var.

10) Öğrenci olmak mı yoksa iş hayatına atılmak mı?
Bazen öğrenci rahatlığı ve uçarılığı içinde olmak istiyorum, bazen de çalışma hayatından çok zevk alıyorum. Ruh halime göre değişiyor.

11) Kitap okumak mı, film izlemek mi?
İşin doğrusu her ikisini de çok severim ama tercih yapmam gerekirse, kitap derim.

12) Hangi tür kitaplar ya da filmler?
Her türlü kitap ( şiir hariç ) ve her türlü film olabilir. Yeter ki güzel olsun.

13) Klasik giyinmek mi, yoksa spor mu?
Yerine göre değişir.

14) Almaktan asla vazgeçmeyeceğiniz şey?
Kıyafet ve mutfak eşyası. Mesela bu günlerde çay tabağı ve çay bardağına takıldım, buldukça almak istiyorum:))

15) En sevdiğiniz yemek ?
İçli köfte:))

16) En sevdiğin diziler?
Türk dizilerinden "Yalan Dünya", yabancı dizilerden "Vikings"

17) Özel bir yeteneğin olsaydı, bunun ne olmasını isterdin?
Hitabet sanatını bilmek isterdim.

18) Hasta olmanın en kötü yanı nedir?
Aciz olmak...

19) Alınacaklar listen var mı? İlk beşi nedir?
Olmaz mı???:))))))
-Beyaz bir çanta
-Yazlık merserize hırkalar
-Babet
-Bu sene moda olan, ayak bileklerinde biten ve uçuşan etekler
-Pantolon

20) İlk aldığın makyaj malzemesi?
Acaba neydi ki?? Rujdu herhalde:))

E ben de birilerini mimleyeyim:)

http://gonuldenele.blogspot.com.tr/



4 Haziran 2014 Çarşamba

PEYNİRİMİZİ KENDİMİZ YAPALIM MI? HEM SAĞLIKLI HEM YAĞSIZ...

Geçenlerde gördüğüm bir peynir tarifini denemek istedim. Tarifi okuduğumda, çok kolay olduğunu gördüm.Epey zamandır, öğrencimden aldığım mis gibi sütten yoğurt yapıyordum. Peyniri de denemek istedim. İlk yaptığım peynir harika olunca, bundan sonra kendi peynirimi yapmaya karar verdim. Fakat kilo bizim için bir problem olmaya başlamasın diye, sütün yağını alarak yapmaya başladım. İşte tarifi...



Malzemeler:
-5 lt. süt
-Yarım kase kadar sirke
-Süzmek için temiz bir tülbent ve süzgeç

Yapılışı:
Sütü kaynatıp bekletiyoruz. Soğuyan sütün üzerindeki kaymak tabakasını alıyoruz. Kaymağı aldıktan sonra, sütü tekrar kaynamaya bırakıyoruz. Kaynamaya başlayan sütün içine sirkeyi ekleyerek yavaştan karıştırıyoruz. Bu arada zaten, sütün kesildiğini görürsünüz. Bir kaç dakika kaynatarak iyice kesilen sütü, içine tülbenti yaydığınız süzgece boşaltarak süzüyoruz. Elimizi yakmadan, tülbenti sıkarak peyniri sıkıştıralım ki toparlansın. Bu şekilde iken peynirin üzerine, ağır bir materyal koyarak şekil almasını ve iyice süzülmesini sağlamalıyız. Ben evdeki döküm tencereyi koyuyorum. Üzerinde ağırlıkla bir gece bekletip, ertesi gün dilimleyerek, hazırladığımız tuzlu suyun içine peynirlerimizi bırakıyoruz. İsteyen kaymağını almadan yağlı yapabilir. O zaman, ilk kaynatmada hemen sirkeyle kestirebilirsiniz. Bakın bakalım beğenecek misiniz????
Afiyet olsun:))))

6 Eylül 2013 Cuma

SEN ÖYLE ÇAĞIRMASAN, BEN BÖYLE GELMEZDİM...



Trabzonlu Zehra ile, Isfahan'lı Azeri Türkü bir genç olan Settarhan'ın hikayesi. Tacir ile muhacir diyor yazar onlara. Kapakta ki bu cümleleri duyunca bir anlam veremedim en başta. Taciri anlamıştım ama muhacir niyeydi?? Gene her ikisinin birbirinden çok uzakta olması ve aralarında herhangi bir bağ bulunmaması dolayısıyla (nasıl olupda buluşacaklar diye) kurguda eksiklikler olacağını düşündüm.Daha önce de Nazan Bekiroğlunun kitaplarını okumayı denemiş ama haz almadığım için bırakmıştım. Tabii bütün bunlar bana kitabı boşa aldığımı düşündürdü ama, inatla ilk sayfaları okumaya başladım. Bir müddet sonra kitap sarmaya başladı. Sonuna kadar çok zevkle ve heyecanla okudum. Sonuçta hayatımda müstesna yeri olan kitaplardan biri oldu.
Nar ağacı sayesinde, yeni bilgiler  edindim, değişik duygular yaşadım. Kalandar (Kalandar Rumi Takvim'in ilk ayıdır. Kalandar'ın birinci günü Miladi Takvim'e göre Ocak ayının 14'üne tekabül eder. Karadeniz Bölgesinde, özellikle Trabzon ilinde bu gecenin ayrı bir önemi vardır. Geleneksel olarak bu gecede çocuklar dışarı çıkar ve evleri dolaşmaya başlarlar. Ellerindeki poşetleri evlerin kapısına koyup zile bastıktan sonra ev ahalisinin poşetin içine koyacakları hediyeleri beklerler. Bu sırada da bazı maniler söylerler.), Harşit çayı, zerdüştlerin ölülerini ne yaptıkları,İran'ın o dönemde nasıl bir ülke olduğu, Balkan savaşında neler yaşandığı gibi bir sürü şeyi dağarcığıma ekledim.O dönemde ki Osmanlı'da ki yöneticilerin yaptıkları yanlışlar, gencecik insanların zor şartlarda, cepheye sürülüp, daha savaşamadan salgın hastalık, açlık yorgunluk gibi sebeplerle ölmeleri beni kahretti.O dönemde karadeniz bölgesinden Ruslar geliyor diye, batıya göç olduğunu öğrendim.Tabii Bolşevik ihtilalinin nasıl şekillendiği hakkında fikir sahibi oldum vs. vs....
Çayı çok sevmem dolayısıyla, İran'da ki çayhaneler hoşuma gitti. Yazar öyle güzel anlatmış ki, bazı bölümleri okurken kendimi orada çay içerken buldum:)) Kitapta çayhanelerin orada ki sosyal hayata katkısının önemi anlatılmış.Rusların İran üzerinde ki etkisi de var tabii. 
Kader ağlarını örüyor ve nereden nereye diyecek bir hikaye ortaya çıkıyor. Hikaye çok gerçekçi, çünkü Nazan Bekiroğlu'nun dedesi ve anneannesinin hikayesi.Yazılanlar da kendisinin yaşadıkları ve tabii biraz da kurgu. Kitabın çarpıcı olması bundan kaynaklanıyor herhalde.
Bu kitapla ilgili daha yazacak çok şey var, ama ben size onları yazmak yerine, alın okuyun derim. Alın, okuyun ve hayatınızda hoş bir tat bıraksın bende ki gibi....İyi okumalar...

TEKRAR, YİNE YENİDEN...

Mehtap hanımla birlikte verdiğim kilolardan sonra, araya giren tatil, ramazan ve bayram derken; geç yatıp geç kalktık, ara öğünleri aksattık, ne bulduysak yedik. Dolayısıyla hem eşim hem ben 3 kg. yi geri almışız. Şimdi Mehtap'la tekrar, bu alınan kiloları vermeye başlıyoruz. Bizimle birlikte olacak herkese kolay gelsin...

14 Ağustos 2013 Çarşamba

BAYRAM KÖMBESİ

Ramazan bayramında memleketim Osmaniye'de herkes bu mayalı, baharatlı ve tatlı kömbeden yapar. Çocukluğumdan beri her bayram bu lezzeti tattık.Ben çocukken, evler de bu kadar tatlı, pasta, börek yapılmazdı. Dolayısıyla bayram kömbesinin ayrı bir tadı olurdu bizim için. İçinde yumurta olmadığı için de kolay kolay bayatlamaz ve büyük çuval dolusu yapılırdı ki bayram sonrasında da tüketilirdi.Ramazanın sonuna doğru herkeste bir kömbe yapma telaşı başlardı. Tabii mayalı hamur olduğu için, sahurdan yoğurulur, mayaya gelmesi beklenir, fırına götürülür, pişirilir, eve getirilir.O gün mis gibi taze taze, iftar sonrası tadına vararak çayın yanında yenir. E tabii gurbette de olsam ben de geleneği bozmadım, kömbeleri yaptım. Tabii bolca tükettim, öyle olunca da bir haftada tam yarım kilo almışım. Belki bu güzel lezzeti denemek isteyenler olabilir diye tarifin vereceğim ama, dikkatli yemenizi tavsiye ederim.
Malzemeler:
8 su bardağı un
1 su bardağı tereyağı
1 su bardağı sıvı yağ
3 su bardağı şeker
2 su bardağı süt
2 paket kuru maya( yaş maya da olabilir ben küçük paket kuru mayayla yaptım)
2 paket kabartma tozu
Tarçın
Karanfil
Yenibahar
Çörekotu
Susam
Unla birlikte maya, şeker, süt, yağlar, kabartma tozu, baharatlar, çörek otunun ve susamın az bir miktarı ile sert olmayan bir hamur yoğuralım. Eğer elimize yapışıyorsa bir miktar unla dengeleyelim. Mayalanmaya bırakalım. Mayaya geldikten sonra, üst kısmını bolca susam ve çörek otuna  batırarak ( biraz da üzerine bastıralım ki susamlar dökülmesin) fırında 175 derecede üzeri kızarana kadar pişiriyoruz. Afiyet olsun, ama kilo olmasın :))


10 Mayıs 2013 Cuma

BUKET UZUNER VE SU...


Buket Uzuner’ i Pelin Çift’in Öteki Gündem gibi gayet ciddi ve güzel bilgiler veren programında (Şamanizmin ve şamanların konuşulduğu bir programdı) güzel güzel konuşurken görünce, gidip kitabı alayım dedim. Kitabın adı “Su”. Konusu nedir derseniz; şamanizmle ilgili herkesin aşağı yukarı bildiği şeyler ve birtakım toplumsal sorunlar. Fakat bu sorunlar  acemice ve insanın gözüne sokarak, dikte ederek anlatılmış. Kurgu son derece gerçeklikten uzak ve tutarsız. Esas anlatılmak istenen, sanki Şamanizm değil de, o başlık altında başka toplumsal sorunların anlatılması. Şamanizmi anlatan bir kitap olarak lanse edilmesine rağmen, burada şamanizmle ilgili önemli bilgiler de görmüyoruz.
Kitaptaki diyaloglar çok sıkıcı, sanki çocuklar için yazılmış bir kitap okuyormuş gibi oluyorsunuz. Yazar mütemadiyen bu diyaloglarla okuyucuya ders vermeye çalışmış. Bu şekilde olunca toplumsal konulara, yazarın okuyucuya kendi bakış açısını dikte etme durumu ortaya çıkıyor.
Konu; birdenbire ortadan kaybolan, bir  gazetecinin aranması. Mekan İstanbul, başrollerde, kaybolan Defne Kaman(kendisi de kaman olan), Defne’ nin ninesi Umay (O da kaman), Defne’yi aramayı kendisine görev bilen( izne çıktığı halde) komiser Ümit ve hayattan kopmuş bir kadın olan sahaf Semahat. Bir de Ümit’ in aşık olduğu güya  kapalı ve ailesi radikal bir şekilde dindar olan Tasvir adındaki kız. Tabii bir de polisiye roman kahramanı Matt  Scudder var.
Olay o kadar acemice kurgulanmış ki bazen komedi okuyormuşsunuz gibi geliyor. Bir kere ortada, başkomiser olması gerekirken, 32 yaşında olupta hala komiserlikte kalmış biri var. Bu arkadaş her ne hikmetse yüzyılın en sıcak günlerinde uzun kollu üniformayla dolaşıyor. Kitabında böyle bir tipleme yapan yazarın, emniyette mayıs ayında verilen bir emirle yazlık kıyafete geçildiğini bilmesi, bilmiyorsa kitabı yazmadan önce bu tür konularda bilgi edinmesi gerekir. Yunus balığı kısmı ayrı bir alem zaten, gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Yazım yanlışlarını da ekleyince kitap evlere şenlik bir hale dönüşüyor.
Magazinsel, azapkar,  cinnetkar, haker  türü kelimeler var. Kaba bir şekilde kullanılan “falan”, “yahu” gibi kelimeler hoş olmamış. Ayrıca, güneş doğarken kahve içilmesi ve sonrasında kahvaltı yapılması, bunun da “kahve-altı” olarak anlatılması, eski Türklerde böyle yapıldığının iddia edilmesine ne diyeyim bilemedim? Burada, Türklerin Orta Asya’ dayken kahve içip içmedikleri sorusu ortaya çıkıyor.
Komiser Ümit yıllarca sahaf Semahat’in dükkanının önünde devriye olarak geçiyor dükkanı görmüyor, ama nedense Tasvir’ le gezerken dükkanın farkına varıyorJ)) Böyle bir polis hayal edemiyorum, acaba yazar polislerle dalga mı geçiyor???  “Tasvir’ i her düşündüğünde içi yanıp burnu sızlayan Komiser Ümit, yine burnunu çekti.”(s. 29) Bizim bildiğimiz burun direği sızlar, yazar  öyle yazmak istedi de elimi sürçtü acaba??? Ayrıca sahaf Semahat kıtlama değil de kırtlama çay içiyormuş. Yazar belki kelimenin aslını öyle biliyordur ne diyelim. Yazarın yanlış bildiği şeylerden biri de galiba “fare düşse başı yarılır” sözü. Biz genellikle boş mekanları ifade ederken bu deyimi kullanırız ama bakın yazarımız ne anlamda kullanmış:
“ Fare düşse başını yaracak kadar karmakarışık masasının üzerinde telefonunu ararken” (s. 161)
En çok güldüğüm şeylerden biri de, eskiden bohçacıların aslında kapı kapı dolaşıp bohçalarında kitap sattıkları idi.
 Daha eleştirecek çok şey var ama  bu kadarı da size kitapla ilgili az çok bilgi vermiştir herhalde. Kısacası gaza gelipte bu kitabı aldığıma pişman oldum. Bundan sonra ki yazım beğendiğim bir kitapla ilgili olacak. Herkese iyi okumalar…

9 Ocak 2013 Çarşamba

MPG DİYETİ

Yeni yılda www.mevsimlerdenroma.blogspot.com da Mehtap hanımın oluşturduğu yeni gruptayım:)))

2 Ocak 2013 Çarşamba

mevsimlerden Roma...: *DEGISMEYEN TEK SEY DEGISMEK...

mevsimlerden Roma...: *DEGISMEYEN TEK SEY DEGISMEK...: Biz yine bir pazartesi baslayacagiz. 14 ocak baslangic tarihimiz... Ben olsam sizin yerinizde sorardim, "yine yeniden ve son kez demem...

7 Ocak 2012 Cumartesi

TÜRKÇE ROMAN ABD'DE BESTSELLER OLDU


Maryland Üniversitesi'nde 35 yıldır mühendislik alanında öğretim üyeliği yapan Türk profesör Yavuz Oruç'un, 9 Aralık'ta ABD'de Türkçe basılan romanı "İkinci Peron", satış listelerinde üst sıralara yerleşti.

Okuyucuyu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş yıllarında yolculuğa çıkaran romanın ilginç karakterleri ve otantik aşk hikayeleri, döneme farklı pencerelerden baktırıyor.

Yazarın, annesinin günlüklerinden, mektuplarından ve takvim yapraklarına tutulmuş notlarından yola çıkarak yazdığı roman, gerçek ve kurguya dayanan olaylar örgüsüyle dikkati çekiyor.

Bilkent Üniversitesi'nde de dersler veren Prof. Dr. Yavuz Oruç, yaptığı açıklamada, "İkinci Peron" romanının aralıkta ABD'de Türkçe basıldığını belirtti.

ABD'ye doktora için gittiğinden bu yana 35 yıl geçtiğini, bu sırada ülkede elektrik mühendisliği alanında birçok proje hazırlayıp, birçok bilimsel makaleye imza attığını belirten Oruç, "İkinci Peron"un ilk romanı olduğunu söyledi.

Oruç, "Kitabımın, ABD'de basılan ilk Türkçe romanlar arasında bulunduğunu söyleyebilirim" dedi.

Romanının, 17 yaşındaki kahramanı Tomris'in, Ekim 1942'de, Ankara'da 2,5 yıldır eğitim aldığı İsmet Paşa Kız Enstitüsünden ayrılıp memleketi Amasya'ya gitmek üzere trene binmesiyle başladığını dile getiren Oruç, bu yolculuk sırasında hem gerçeğe hem de kurguya dayalı olayları geriye dönüşlerle anlattığını söyledi.

Yavuz Oruç, romanının kurgusunu şu sözlerle özetledi:

"Tomris'i dayısı okuldan alıyor. Trenle Amasya'ya giderken yan kompartımanda iki kişiyle karşılaşıyor, bu kişiler, ileride tanıyacağı bir çocuğun annesi ve babası. Tren giderken, zaman eğrisinde hayal kuruyor ve tüm geçmişini düşünüyor. 1900'lü yıllara kadar gidiyor, anneannesini, dedesini, annesini, babasını onların nasıl evlendiğini hatırlıyor. Tomris, trenin hareketiyle, geride bıraktığı zamanı ve bir yandan da geleceğini düşünüyor."

Romanında Osmanlı-Rus Savaşı'ndan 2. Dünya Savaşı'nın bitişine kadar geçen zamanda gerçek ve kurgusal öyküleri, romanın kahramanı Tomris'in çevresindeki ilişkiler üzerinden anlattığını bildiren Oruç, romanındaki ilginç karakterler ve otantik aşk hikayelerinin, döneme farklı pencerelerden bakılmasını sağladığını da kaydetti.

"Karakterler benim çok yakınımda"

Romanı yazmaya nasıl karar verdiğini de anlatan Yavuz Oruç, romanın kahramanlarından Tomris'in annesi olduğunu ifade etti.

Annesinin elindeki mektuplarla bir gün kendisine gelerek "bunları yazar mısın?" dediğini aktaran Oruç, romanın "Başlarken" bölümünde şu ifadeleri kullandı:

"2010 yılının sıcak bir haziran gecesiydi. Yeşilırmak Nehri'nin kenarında bir apartmanın dördüncü katında, elinde bir fotoğraf albümüyle gözlerimin içine bakarak 'Yazar mısın bunları?' diye sorduğunda, 'Elbette' demiştim. 'Elbette yazarım'. Sonra torba torba Şaziment'in, diğer arkadaşlarının, ablalarının, hocalarının mektuplarını önüme yığdığında ve teker teker okuduğumda her bir mektubu, bildim ki yazmalıyım.

Anlatmalıyım, kalemimi tutup yazabildiğim kadarıyla, çocukluk hayallerinin nasıl yıkılıp yok olduğunu, gençlik umutlarının nasıl yeşermeden solup sarardığını. Sadece seni değil, diğer kahramanların senin öykünle kesişen öykülerini de anlatmalıyım ki bilinsin her şey acısıyla, tatlısıyla...

1942 Ekim'inde bindiğin Amasya trenine seninle binmeyi ne çok isterdim bir bilsen. Binemedim elbette. 1953 yılı daha doğmamıştı benim gibi, ama bana verdiğin o mektuplar yok mu? Beşik gibi salladı beni Amasya'yla Ankara arasında. Gel istersen tekrar çıkalım yola, dolaşalım birlikte o eski mekanları zaman eğrisinde 1900'lü yılların başından başlayarak..."

Yıllardır bilimsel araştırmalarla uğraşan bir akademisyen olarak yazdığı romanın başka heyecanlar yarattığını dile getiren Oruç, "Bu heyecanı başkalarıyla paylaşabilmenin mutluluğunu yaşıyorum" diye konuştu.

Sırada bir aşk romanı var

Kitabının ABD'deki internet satış listelerinde çeşitli kategorilerde farklı sıralarda yer aldığını, ancak bir listede 12. sıraya kadar yükseldiğini bildiren Oruç, "İngilizce olarak yazdığım akademik bir kitabım da var, ama ABD'de Türk romanı hemen hemen basılmıyor. Bir Türk romanının bu sıralara yükselmesi ilginç oldu gerçekten" dedi.

Romanın kadınlara biçilen rolü irdelediğini söyleyen Oruç, "Kadınlara 'Sen bu olacaksın, sen şu olacaksın' denilir hep. Aslında bu, sadece o yıllarda değil, teknolojinin bu kadar ilerlediği günümüzde bile böyle" diye konuştu. Oruç, romanın Türkiye'de basımı için bir yayınevi ile görüşmelerinin devam ettiğini de söyledi.

Sonraki romanında Amasya'nın elma bahçelerini anlatan Strabon ile Mihri Hatun arasındaki aşkı yazmak istediğini belirten Oruç, "1600 yıl gibi bir zaman var aralarında. Kadın toprağa, bahçeye, Amasya'nın güzelliklerine aşık. Mihri Hatun Strabon'u biliyor, Strabon ise Mihri Hatun'u bilmiyor. Bu da çok ilginç bir roman olacak" dedi.