18 Mayıs 2010 Salı

3. KÖPRÜNÜN ADI "HAMİDİYE" OLSUN

3. köprü için isim tartışmalarının yaşandığı şu günlerde köprü için çok farklı bir teklif geldi. Facebook' ta bir grup genç 3. köprüye "HAMİDİYE KÖPRÜSÜ" adı verilmesi için kampanya başlattı. Açılan sayfaya her gün yüzlerce kişi katılıyor. İşin ilginç yanı bu ismin kendiliğinden ortaya çıkması. Bu güne kadar telaffuz edilen isimlerin arasında bu isim yoktu. Hamidiye ismi Abdülhamit Han tarafından yaptırılan eserlere veriliyor. Abdülhamit Han Bu isimle Dünyanın dört bir yanında hayır eserleri yaptırmış. Abdülhamit Han'ın İstanbul için bir köprü çalışması yaptırdığı biliniyor.

Gençlerin bu çalışmaya atfen köprüye isim olarak fikir babasının adının verilmesini istedikleri görülüyor. Bu kampanya netice verirmi bilinmez ancak gençliğin ecdadının bu vesile ile hatırlamış olması memnuniyet verici.

Bu vesile ile Abdülahmit Han'ın İstanbul için yaptırdığı köprü bir kez daha hatırlandı. Geçmiş aylarda aylık olarak yayınlanan Yedikıta Dergisi bu köprünün planlarını yayınladı. Titiz bir araştırma ürünü olan bu dosyanın bir kısmını burada ilginize sunuyoruz.

Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, İstanbul Boğazı'nın, Sarayburnu-Üsküdar ve Rumeli Hisarı-Kandilli arasında olmak üzere iki köprü ile bağlanması projesi yapılmıştı. Fransız inşaat mühendisi F. Arnodin'e 1900 yılında çizdirilen projede köprülerin, Eyfel Kulesi'nin yapıldığı çelik teknolojisiyle yapılması hedefleniyordu.

Sarayburnu-Üsküdar arasındaki aktarma köprünün iki kara tarafından ayakları arasındaki mesâfe 1700 metre idi. Projede beş ayak üzerine kurulması planlanan köprünün orta ayağının 32 metre derinlikteki deniz tabanına oturtulması planlanmıştı. Denizden yüksekliği 50 metre olan köprünün altından asılacak teleferiklerle vagonların taşınması hedefleniyordu. Rumeli Hisarı-Kandilli arasında yapılması planlanan köprü ise ilgili vesîkasında "Cisr-i Hamîdî" (Hamîdiye Köprüsü) olarak isimlendirilmiş sâbit bir köprüydü. Projede istasyonların Bakırköy ve Bostancı'ya kurulması, böylece demiryolunun şehrin dışından geçmesi planlanıyordu.

Boğaziçi'nde yapılacak olan bu köprü aynı zamanda Bağdad demiryolu hattına da bağlanacaktı. Cisr-i Hamîdi projesi büyük bir bina üzerine, minarelerle ve Kuzey Afrika mimârî tarzında kubbelerle süslü, som kârgîr destekler arasına kurulu, çelik halatlarla havada asılı demirden bir bina manzarasında idi. Bu kubbelerden her biri granitten yapılmış bir sütun üzerinde olup bunların üzerine toplar kurulmuş idi. Döner kulelerle askerî savunmaya da faydalı olacak olan köprü, aynı zamanda boğaz geçişini de kontrol altında tutacaktı. Köprünün geceleri çok güzel bir şekilde ışıklandırılması da, projenin mühim bir tarafını oluşturuyordu.

Bu köprüde yani Cisr-i Hamîdî'de tren, araba ve yayaların geçmesine mahsûs yollar ve basamaklar bulunmaktaydı. Köprü bu şekilde Anadolu ve Rumeli yakalarını birbirine bağlıyordu.

Minareleri ve kuleleri 'Halîfe-i Müslimîn olan pâdişâh-ı âlî-câhın bütün kudret-i dîniye ve siyâsiyesini pîş-i enzârda tecellî etdirerek Osmanlıların şân ve azametini irâe' ediyordu.

Bu köprü ile de îcâbında Medîne'den trene binildiğinde Viyana'da trenden inmek mümkün olacaktı.

9 Mayıs 2010 Pazar

MUTLULUĞUN REÇETESİ SİZDE

Yaşının yarım asra yaklaşmasına rağmen incecik bir bedeni, gencecik bir gülümsemesi ve canlı bir konuşma tarzı var Rebekah Vanderberg’in. Tecrübeyle sabit; lacivert gözleri insanın içindeki kara bulutları kolayca dağıtıyor. Benzerlerini başkalarından da sıkça işittiğimiz “içinizdeki güç, enerji, korku, bilinçaltı ve ego” gibi sözcükler onun ağzında daha bir inandırıcı duruyor. İstanbul’a geldiğinde yakaladığımız Vanderberg’ten mutluluğun reçetesini istedik. Anlattıklarına bakılırsa, her zaman olduğu gibi, formül basit ve burnumuzun dibinde.

Rebekah Vanderberg bir Hande Bermek Başoğlu keşfi. Tekofaks’ta babası Ayhan Bermek’le çalışan bir iş kadını olmasına rağmen çok erken yaşlardan beri spirütüalizm ve kişisel gelişim konularıyla da ilgileniyor Başoğlu. İki yıl önce İnternet’te araştırma yaparken karşılaştığı Vanderberg ile yazıştıktan sonra Türkiye’ye gelmesine ön ayak oldu.

Yaklaşık 8 yıl önce ani bir kararla Avustralya’dan Los Angeles’a göç eden Vanderberg, gazetecilik eğitimi almış bir iletişim ve dil uzmanı. Yanında kaldığı heykeltıraş arkadaşı dışında bir Allah’ın kulunu tanımadığı Amerika’da kısa sürede hatrı sayılır bir kişisel gelişim uzmanı oldu. Bon Jovi gibi isimlerle de çalıştı. Uzun yıllar IBM ve Sony gibi şirketlere hizmet verdi ama şimdilerde kişisel çalışmalar yapmayı tercih ediyor.

Vanderberg’in İstanbul’daki programı çok doluydu, günde 10 kişiyle seans yaptığı bile oldu. Bu seansların duygusal ağırlığının yanında sürelerinin bir saati aştığı da akılda tutulmalı. Aralarında ünlü ve varlıklı isimlerin de bulunduğu danışanlarının bazılarının seansı gözyaşları içinde tamamladığını söylüyor: “İnsan bazen parasının esiri de olabilir, parayı nasıl koruyacağınızı düşünmek büyük bir mutsuzluk kaynağı.”

“Hayatımı Seçiyorum/Seviyorum” Rebekkah Vanderberg’in şiarı.

Sorumluluklarımızı hakkıyla üstlenirsek sorunlarımızı çözebileceğimizi ve mutlu olabileceğimizi söylüyor. Kısaca kendi mutluluğumuzdan sorumluyuz. Benzerlerini sık sık duyduğumuz bu laflar; küçücük yaşında kanserle boğuşan annesine ve erkek kardeşine bakmak zorunda kalınca hayatı değişen bir kadının ağzından çıkınca daha inandırıcı geliyor. Hayatı nasıl değişti derseniz; Sufizm’den NLP’ye, Gestalt Terapisi’nden aile dizimine kadar, yazılmış ne varsa yalayıp yutarak. Ta ki sonunda kendi sentezine ulaşıp, yolunu bulana kadar. Zaten hayatın bir yolculuk olduğu metaforunu da sıkça tekrarlıyor.

KORKULARINIZLA YÜZLEŞİN

“İnsanların çoğu karanlıkta yaşamayı tercih ediyor. Daha da kötüsü, yarı uykulu bir uyuşukluk hali. Oysa korkularınızla yüzleşmeyi başarırsanız, hayatınızdaki düğümler çözülecek. Ancak bunun için mücadele etmek gerek. Korkularınız gerçek değil, sadece bir yanılsama” diyen Vanderberg kendini yaşam koçundan ziyade “spiritüel koç” olarak tanımlıyor. Hepimizin en sık tekrarladığı hatanın “geçmiş ve gelecek için duyduğumuz korku” olduğunu söylüyor: “Oysa içinde bulunduğumuz anı yaşayarak zamanı genişletmek mümkün. Bütün dikkatinizle yaşadığınız ana konsantre olursanız, zaman adeta bir okyanusa dönüşür. Sahip olduklarımızın değerini takdir etmediğimizde çok şey kaçırıyor ve pişmanlıkla kendimize acı çektiriyoruz. Oysa takdir etmek ve şükür çok önemli, çok belirleyici.”

Vanderberg’e göre mutlu olmak sanıldığından daha kolay. Hatta o kadar kolay ki, insanlar formülün basitliği karşısında bir türlü ikna olmuyor. Oysa hayatınızın herhangi bir noktasında değişmek için minicik bir istek duymanız bile yeterli. Ancak bunun kalpten gelen hakiki bir istek olması şart. Bu şekilde en umutsuz durumlardan çıkmak bile mümkün.

Aklınıza ünlüler ve zenginler bizden daha mı mutlu, diye bir soru gelirse: “Pek değil. Hemen hemen aynı dertlerden mustaripler. Sadece bizden daha paranoyaklar” diyor Vanderberg. Sağlık, kilo, ilişkiler, para ve statüyle ilgili endişeler de en çok karşılaştığı sorunlar.

RUHSAL BAHAR TEMİZLİĞİ İÇİN ÖNERİLER

* Gününüz sabah kalktığınızda değil, gece yattığınızda başlar. Yastığa başınızı koyduğunuzda gününüzü gözden geçirin ve olumlu bir şekilde yeniden kurgulayın. Bilinçaltı çocuk gibidir, bazı şeyleri bıkıp usanmadan tekrarlamalısınız.

* Sizi sürekli yargılayan ve eleştiren iç sesiniz aslında egonuz. Onu susturmak epeyce zor ama en azından ciddiye almayabilirsiniz. Egonuzun Mickey Mouse sesiyle konuştuğunu hayal edebilirsiniz mesela.

* Aynanın karşısına geçin ve güne kendinizi sevdiğinizi söyleyeyen ve olumlayan cümlelerle başlayın. Beynimiz ve sinir sistemimiz konuşmalarımızdan etkileniyor. Sarf ettiğimiz her sözcük bir heykeltıraş gibi hayatımızı biçimlendiriyor.

* İçinizde ne kadar büyük ve sonsuz bir güç olduğunu tahmin edemezsiniz. Onu harekete geçirmek için elinizden geleni yapın. Bu güçle temas kurduğunuzda çok daha enerjik olursunuz. Üstelik daha çok eğlenirsiniz.

* Motivasyon yerine esinlenmeyi seçin. Motivasyon için başkalarına bağımlısınız; oysa başta doğa olmak üzere her şeyden ve herkesten ilham alabilirsiniz.

6 Mayıs 2010 Perşembe

YOKSA REFAH GRİBİNE Mİ YAKALANDINIZ???




İnsanlığı tehdit eden yeni grip dalgası: Refah gribi/affluenza 
Kredi kartı borcunuz hiç bitmiyorsa, buna rağmen evinizde hâlâ bir sürü eksiğiniz varsa, gardırobunuzda giyecek bir şey bulamıyorsanız, moraliniz bozulduğunda veya arkadaşlarınızla görüşeceğiniz zamanlarda alışveriş merkezine gidiyorsanız, dostlarınızla en çok yeni çıkan araba modellerini konuşuyorsanız dünyada hızla yayılan bir grip salgınına kapılmışsınız demektir: Affluenza. Yani refah gribi! 
Birkaç ay öncesine kadar domuz gribi olmak korkusuyla kapı kollarını tedirgin tutuyor, sık sık elimizi yıkıyor, insanlarla kerhen tokalaşıyorduk. Bahar geldi de bu korkumuz son buldu. Rahatlamayın lütfen, sizi daha tehlikeli başka bir grip salgınından haberdar edeceğiz. İngilizce adı affluenza. Türkçeye "zenginlik veya refah gribi" olarak çevirebiliriz. Kredi kartı, moda, yeni nesil otomobiller, yeni sezonluk kıyafetler, güzel ev eşyaları, alışveriş merkezleri, televizyon, gazete ve reklamlar gibi çok fazla yayılma kanalı var. En önemli ve etkili bulaşma yolu eş-dost. Buna "çevre veya mahalle baskısı ile yayılıyor" da denebilir. 
Affluenza, psikolojik bir hastalık. Aslında bir yaşam biçimi hastalığı. Modern zaman bireylerinin kaçınılmaz olarak yakalandığı ekonomik sistemin getirdiği bir salgın. Türkiye’de henüz varlığından neredeyse kimse haberdar değil ama Amerika’da PBS televizyon kanalı affluenza ile ilgili bir program yapıyor. İlk olarak 1997 yılında belgeselini yayınlamışlardı. Şimdi bu konuda yazılmış çok sayıda kitap var. Psikologlar, tedavi yöntemleri üzerine çalışmalar yapıyor. Çünkü başka sebeplerle (depresyon, mutsuzluk, panikatak ve hatta boşanma) gelen insanların aslında affluenza olduğu tespit ediliyormuş. Yurtdışındaki bu çalışmaları yakından takip eden psikolog Mehmet Dinç, affluenzanın ülkemizde de yaygın olduğunu söylüyor. 
Ekonomik krizin de sebebi 
Uzmanlar, yaşadığımız son büyük global ekonomik krizin müsebbibi olarak affluenza hastalığını/yaşam tarzını gösteriyor. Çünkü insanlar kazandıklarından çok harcıyor, elindekinden daha çok ve büyük şeyler istiyor. İşletme ve strateji eğitmeni Bora Özkent şöyle konuşuyor: "Daha fazla istenen şey hep tüketimle ilgili olunca işler sarpa sarıyor. Bir yandan ekonomi sürekli olarak bir borçlanma sarmalının içine çekilip adeta boğuluyor, bir yandan da bunca kirlenmeyi ve kaynak tüketimini kaldırmayan dünyamız nefessiz kalıyor. Daha büyük evler, daha güçlü otomobiller, daha çok yiyecek ve daha çok giyecek tüketimi..." İnsanlar aslında ekonomik büyümeye duydukları bağımlılıktan dolayı daha fazlanın peşinde. Daha fazlasını elde etmek için daha çok çalışıyor ve tüketiyor. Bu cümleler size de yakın zamanda yayınlanan bir reklamı hatırlattı mı? "Alın verin, ekonomiye can verin." 
Sosyal baskı, statü endişesi ve arkadaşla, komşu ile rekabet sonucu affluenza önlenemez bir hızla yayılıyor. Genç, kadın, çocuk, erkek herkes başarıyı sahip olduklarıyla ölçüyor. Çevreye ayak uydurma gayreti sonucu materyalist ve borçlu bireyler olunuyor. Tüketim kültürü uzmanı Prof. Dr. Yavuz Odabaşı, bu durumu "Daha fazlaya sahip oldukça daha az tatmin oluyoruz." diye değerlendiriyor. Odabaşı’na göre affluenza, dikkatle izlenmesi gereken bir toplumsal düşünce biçimi. "Önüne geçmek için daha fazlaya sahip olmak yerine daha fazla olabilmek düşüncesi teşvik edilebilir." diyor. 
Psikolog Dinç ise odası şimdiden Toys R Us'ın deposuna dönen çocuklara dikkat çekiyor ve "Bugünün çocukları gerçekten eşyaların içinde yüzüyorlar. Milyon dolarlık pazarlama kampanyalarının hedef kitlesi olarak çocuklar her açıdan aynı mesajın bombardımanı altındalar: "Daha çok al, daha çok harca, daha çok şeye sahip ol". Çocuklar materyalizmden etkileniyor. Marka giyiniyorlar, gelecekle ilgili hayalleri hangi güzel arabaları sürecekleri ve büyük evde yaşayacakları yönünde." ifadelerini kullanıyor. Dinç, bunları söyleyerek affluenza salgınına sadece yetişkinlerin değil, çocukların da kapıldığını vurguluyor. 
Bu hastalığa yakalandığınızı nasıl anlarsınız?
Kendinize aşağıdaki soruları sorarak affluenza ile aramızdaki mesafe hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. 
Herhangi bir şeyi yapmak için motivasyonunuz para mı? 
Kıyafetlerimiz ve saç stiliniz sevdiğiniz için mi öyleler, yoksa öyle olması gerektiğine inandığınız için mi öyleler? 
Koltuk takımınızı ya da yatak odanızı artık ihtiyacınızı karşılamayacak kadar eskidiği için mi değiştiriyorsunuz, yoksa yenisi çıktığı için mi? 
Büyük bir mutlulukla ve borçlanarak satın aldığınız plazma TVnizi yeni çıkan LCD televizyon sebebiyle küçümsüyor musunuz? 
Refah gribi olduğunuzu fark ettiyseniz ne yapacaksınız? 
Psikolog Mehmet Dinç, affluenzanın tedavisinde ilk adımın hastalığın farkına varmak olduğunu söylüyor. Probleminin farkında olan insan ancak çözümü için yol alabilir çünkü. İkinci önemli adım, ihtiyacı azaltmak. Suni ihtiyaçla gerçek ihtiyacı ayırt etmek. Böyle yaparsa modern zaman bireyleri, ihtiyacı olmayan şeyler için kendisini paralamayacak. Dolayısıyla daha anlamlı şeyler yapmak için vakti olacak. Ailevi ve sosyal ilişkilere zaman ayıracak. Parayla satın alınamayacak beceriler kazanmak, bir hobi geliştirmek, bir yardım kuruluşunda gönüllü olmak... Önemli olan nokta, varlığı bir şeylere sahip olarak değil bir şeyler yaparak, katarak, düzelterek anlamlandırmak. Üçüncü ve en önemli adım çevresel etkenleri kontrol altına almak. Çünkü bu hastalık daha çok çevre/mahalle baskısıyla yayılıyor. Daha çok almasına, daha çok ihtiyaç duymasına sebep olan arkadaş, eş ve çocuk faktörü kontrol altına alınmalı. Eğer çevrenizdeki insanlar hep yeni bir arabadan, yeni bir kıyafetten, eşyadan bahsediyorsa ya oradan uzaklaşın ya da konuyu değiştirin. Kendinize alternatif bir çevre oluşturun.

2 Mayıs 2010 Pazar

SU GİBİ OL


 
BİR AN İÇİN SEN SU OLDUĞUNU DÜŞÜN;
Su denli özel, su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez… İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın. Unutma daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca!… Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü”Su nasılsa burada, gerek yok ki suyu kana kana içmeye” diye düşünürler.. Tıpkı, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiçbir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye dek. Hepsi, hep sabahın en sakin anini bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için. Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler. Onlar için en uygun olan kendi istedikleri zamandı. Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi vazgeçilmez… Ve su gibi yasam kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!.. Suysan tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme; sana “felaket” denmesin! Suysan bir bardağa sığabil ki damarlara girebilesin!..


Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi gerekli ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu da unutma. Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de “kıyametler” koparıcı olabileceğini unutma… Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yasam verirsin çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun seller, afetler gibi. Tercih elindeydi hep ve hep “senin” ellerinde olacak… Ya tutmayı öğreneceksin dilini ya da hiç durmadan konuştuğun için, yalnızca bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken su değil mi? Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını.


Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini… Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin… Konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun sözcükleri seçmeye çalışacaksın… Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin ” kıyıya yanaşmasını” bekleyeceksin!.. Demeyeceksin ” Ben canim isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!..” Demeyeceksin ” Ben aklıma geleni geldiği biçimde söylerim. Karsımdaki de değil duymak değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda..” Keşke öyle olsaydı. Keşke hakli olsaydın, ama maalesef değil… Ağzını açıp “Şelaleden dökülen suyu” içmeye çalışan bir tavsan gördün mü hiç?… Ya da önüne çıkan ağaçları bile sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğrasan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her canlı gibi!


Haydi… Sen simdi ” su olduğunu” düşün ve kendini ” su gibi ” hisset… Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı… Su gibi yaşam kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa… Ama yine su gibi ” küçük bir bardağın içine” sığdır ki kendini girebilmeyi öğren insanların damarlarına.
Yaşam ver… vazgeçilmez ol!