24 Aralık 2009 Perşembe

BİR ÇOCUĞUN DİLİNDEN 13 ALTIN KURAL




Londra’da bir hastanede çocuk psikiyatrisi servisinde yatmakta olan ”Kevin Hickey” adlı 15 yaşındaki çocuk doktorlara göre anne ve babasının kendisini doğru yetiştirmemeleri sonucu bunalıma düşerek hastaneye yatmıştı.


Yapılan zeka ve kültür testlerinde son derece aklı başında bir çocuk olduğunu ortaya koymuştu. Kevin bir gün yatağında eline kağıdı kalemi aldı.Ve Anne ve babasını düşünerek bütün anne ve babalara hitaben 13 altın öğüt yazdı.

Şimdi bu altın öğütler, İngiltere ‘de bütün doktorların bir numaralı rehberidir.

1-Beni şımartmayın.Her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum .ancak; sizi deniyorum.

2-Bana tatlı sert davranmaktan çekinmeyin. Bunu tercih ederim.Benim daha güvenli hissetmemi sağlar.

3- Benim kötü huylar edinmemi engelleyin. Bunların erkenden ortaya çıkmasında ve önlenmesinde size güveniyorum.

4-Benim yanlışlarımı ,başkalarının önünde söylemeyin.Benimle yalnız konuşursanız söylediklerinizi daha iyi anlarım.

5-Sizden nefret ettiğimi söylediğimde sakın üzülmeyin. Aslında sizden değil beni, engelleme gücünüzden nefret ediyorum.

6-Hatalarimin sonucunu yasama firsatini bana verin; her defasinda beni siz kurtarmayin. Bazen acı veren yolla öğrenirim.

7-Benim küçük hastalıklarımı büyütmeyin. Bunları yenecek güçteyim.

8-Düşüncesizce yapamayacağınız şeylerin sözünü vermeyin. Bu sözleri yerine getiremediğinizde çok kırıldığımı ve üzüldüğümü bilin.

9-Kendimi ara sıra iyi anlatamadığımı biliyorum. Bunun için zaman tanıyın.

10-Dürüstlüğümü fazla zorlamayın. Kolayca korkup yalan söyleyebilirim.

11-Tutarsız davranmayın, bu size olan güvenimi sarsar.

12- Benden özür dilemeyecek kadar gururlu olmayın. Bazen içten bir özür, beni size yaklaştırabilir.

13- Unutmayın ki; büyümek için sizin anlayışınıza ve sevginize muhtacım. Ama bunu söylemem gerekmez öyle değil mi?..


15 Aralık 2009 Salı

MEYVE VE SEBZE SUYU İÇMENİN TAM ZAMANI



Meyveden ziyade suyu vücuda daha faydalı.. Sadece siyasiler değil ünlüler de bu şifalı suyu keşfetti.

Sadece siyasî liderler değil, sanat dünyasının ünlü kadınları da taze sıkılmış meyve ve sebze sularına rağbet ediyor.

Küçükten büyüğe, fakirden zengine, ünlüden ünsüze herkesi bir bitki çayı merakı sardı ve hemen ardından meyve sebze suyu içme eğilimi baş gösterdi. Artık restoranlarda bile kolaylıkla havucun, elmanın, ananasın, armudun, üzümün, narın suyunu bulabiliyorsunuz. Hatta hepsinden bir kokteyl hazırlatabiliyorsunuz.

YEMEK YERİNE İÇİN

Artık herkes biliyor ki, sebze veya meyveleri yemek yerine sularını içmek daha büyük fayda sağlıyor. Çünkü suyun vücuda karışımı daha kolay. Prof. Dr. İbrahim Saraçoğlu’na göre havucun salatasını yapıp yemek ya da bir karnabaharın yemeğini yapıp yemekle bunların suyunu içmek aynı oranda fayda sağlamaz.

Çünkü bir yemeğin içine su, tuz, biber, yağ, salça veya yağ girince kimyası değişiyor. Dolayısıyla bitkilerin önleyici ya da tedavi edici gücünden istifade edemiyorsunuz. Bitkiler suda kaynatılıp taze ve ılık olarak tüketilmeli. Meyve ve sebzeleri ise sıkıp taze olarak içmek gerekir.

Düşünün artık Teoman bile konserlerinde alkollü içki yerine artık elma suyu içiyor. Sezen Aksu, kilo vermek uğruna mısır püskülü haşlıyor. Sibel Can ananas suyu içerek zayıflıyor, Hülya Avşar kiraz sapı suyuyla formda kalıyor.

Hangi su neye iyi geliyor?

Havuç suyu: İçindeki A vitamini ve bol mineral, yara ve iltihapların kolay iyileşmesini sağlıyor. Kan yapıcı ve güç verici özelliği bulunuyor. Karaciğeri güçlendirdiği gibi kan yapıcı özelliği sayesinde mide ve bağırsak kanamalarını engelliyor.

Nar suyu: Doğal antibiyotik olarak bilinen nar, damar sertliğine karşı etkili. Yeşil çaya nazaran üç kat daha güçlü bir antioksidan. İshal kesici ve kurt düşürücü özelliği biliniyor.

Kivi suyu: C vitamini deposu olan kivi, enfeksiyonlar ile mücadele etmek ve cilt kusurlarını önlemek açısından yararlı.

Armut suyu: Böbreklerin düzenli çalışmasını sağlayıp kum ve taşların dökülmesine yardımcı oluyor. Yüksek tansiyonu düşürüyor. Kansızlığı ve kabızlığı önlüyor. Sakinleştiriyor, zihni açıyor ve yorgunluğu alıyor.

Elma suyu: Kan şekerini kontrol altında tutan elma suyu, baş ağrılarını gidermede etkili. Bağırsak parazitlerini düşürüyor, kalp ve akciğer kanseri hastalıklarını önleyebiliyor. Romatizma, gut ve mide hastalıklarının panzehiri.

Domates suyu: Bağışıklık sistemini güçlendiriyor, nezle ve grip tedavisinde etkili. Metabolizmayı düzenlediği gibi kısırlığı da tedavi edebiliyor.

Ananas suyu: Yağ yakıcı, idrar söktürücü ve vücudu toksinlerden arındırıcı etkiye sahip olan ananas suyu selülit tedavisinde de kullanılıyor. Cildi nemlendiriyor ve saçları parlatıyor. Tansiyonu dengeliyor.

Çimen suyu: İçinde 100den fazla vitamin ve enzim barındıran çimen suyunun en önemli özelliği kanı yenilemesi.

Maydanoz suyu: Böbrek, karaciğer ve idrar yollarının temizlenmesine yardımcı oluyor. Gazı gideriyor, bağırsak solucanlarını düşürüyor. Kansere karşı koruyucu, yara–kesikleri iyileştiriyor. Cildi güzelleştiriyor, saç dökülmelerini engelliyor.

Pancar suyu: Demir eksikliği bulunanlar pancar suyu içmeli.

Kereviz suyu: Vücuttaki toksinleri atıyor. Vücudun yenilenmesini ve temizlenmesini sağlıyor. Erken yaşlanmayı önlüyor.

9 Aralık 2009 Çarşamba

KARA KUTUNUN MARİFETİ



Ülkemizde işlenen vahşice cinayetlerde parmağı olduğu ortaya çıkan kara kutu ile ilgili , ilginç bir tespit...Bu cinayetlere sebep otizmdir.Peki , otizmle kara kutunun(TELEVİZYON)alakası nedir? Bakın bu konuda ,pedagog Adem Güneş ne diyor?



Otizm şaka değil bir korkunç gerçektir

 

Vicdansız insanın pedagojideki bir karşılığı da "otistik" kişi demektir. Otistik kişi duygusuzdur, vicdani mekanizması normal insanlar gibi çalışmamaktadır. Otistik bir çocuk, karşısındaki ile düzgün iletişim kuramaz, göz teması kuramaz, ilişkileri hep yüzeyseldir, duygularının derinliklerine inemez...

Geçen yüzyıla kadar otizm doğuştan olan bir rahatsızlık olarak algılanıyordu. Ancak, otizm hakkında yapılan araştırmalar gösterdi ki, otizm sadece doğuştan değil sonradan da oluşabilen bir davranış bozukluğu idi. Televizyon ile çok baş başa kalana çocuklar üzerinde yapılan araştırmalar gösterdi ki, televizyon çocukların otistik özellik taşımasını tetikliyordu. 

Zira yoğun bir şekilde televizyon izleyen çocuk, önce iletişim becerilerini kaybeder. Çocuk, televizyon seyrederken, ekranından gönderilen sinyalleri alır ama kendisi televizyon ile konuşamayacağı için, iletişimin en önemli unsuru olan aktif konuşma ve duygu ve hislerini ifade etme kabiliyetini yavaş yavaş kaybeder. Daha açık bir ifade, televizyon ekranına mahkum edilen çocuklar, "normal insan" olma özelliklerini adım adım terk ederler.

Televizyonun bu negatif tesirini daha da artırıcı olarak; çocukların aileler tarafından ilgisiz bırakılması, aile içinde hak ettikleri statüyü alamamaları, sosyal hayattan kopuk bir yaşantı içinde bulunuyor oluşları "ruhsuz insan" yetişmeyi tetikleyen diğer etkenler olarak ele alınabilir. 

Sırf bu yüzden ve bu tehlikeden dolayı, otizm gerçeği Batılı ülkelerin gündemine son yıllarda daha net bir şekilde girmiş durumda. Otizm ile mücadele konusunda batılı ülkeler ciddi bütçeler ayırmaya başlamışlardır. Örneğin Hollanda'da 2008 yılı bütçesinden otizm ile mücadele için 1,5 milyar avro para ayrılmıştır. 

Ülkemizde durum nasıl?

Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 72 milyon dolayındaki ülkemiz nüfusunun, 26 milyonluk bölümü 0-19 yaş arasındaki çocuklardan oluşmakta ve bu çocukların televizyon izleme alışkanlığı ise günlük 3 saat civarındadır. Bir başka ifade ile, günlük hayatının 10 saatini uyku ile, 6 saatini okulda ve 3 saati eğitim dışı uğraşlarda geçiren çocuğun geri kalan 5 saatten 3 saati de televizyon karşısında geçmektedir. Çocukların televizyon karşısında iletişim yeteneklerini kaybetmelerinin ötesinde bir de ülkemizde çocukların ruh ve zihin sağlıklarını riske atan duygusal, psikolojik ve fiziksel şiddetle dolu görüntülerle baş başa kalarak yetişiyor olması, tehlike çanlarının korkunç bir sesle çalıyor olduğu anlamını taşımaktadır.

Batılı ülkelerin otistik çocuk sendromu ile mücadele için sarf ettiği çaba ülkemiz yetkililerinin de dikkatini çekmeli, sosyal pedagoglar bu sahada saha çalışmaları yaparak konuyu gündeme getirmelidir. Böylesi bir sorun kendi çocuğumuzda yok diye konuyu önemsenmezlikten gelinmemeli, sosyal hayat içinde böylesi çocukların saçacağı tehlikenin herkesi bir gün yakından ilgilendirebileceği mutlaka bilinmelidir.


8 Aralık 2009 Salı

UYGARLIĞIN SONU ÜZERİNE...



İzlediği haberlerden şikayetçi olan ve nereye gidiyoruz diyen ve bunlarla ilgili yazmamı isteyen çok sayıda okurum var. Bana telefonla ya da maille ulaşıyorlar. Tam bunlarla ilgili konuşurken Sayın Ahmet Çorak abimin psikohipnoterapi mail gurubumuza bir maili geldi. Oldukça hoş kaleme alınmış bir yazı. Kendisinden de izin alarak yazıyı buraya alıntılamak istiyorum. Belki okudukta sonra siz de yorumlarınızla katkıda bulunursunuz:

“ABD’de Kaliforniya’da, 15 yaşındaki bir kıza sokakta 10 kişi birden 2 saat boyunca tecavüz ediyor. Olaya şahit olan 20 kişi ya umursamadan geçip gidiyor, ya onları seyredip tezahüratta bulunuyor (yihuu tarzındaki iğrenç Amerikan tezahüratı) ve tecavüzü cep telefonuna kaydediyorlar, ya da onlar da kervana katılıyorlar. Kimse polisi aramıyor. Haber yakındaki bir eve kadar gelince (hani biri eve girerken “abi sokağın başında iki araba birbirine girmiş, acayip bir şey” gibi bir cümle kurar ya. bu olayda nasıl bir cümle kurulmuş olabilir ki! ), evdekilerden biri polisi aramayı nihayet akıl edebiliyor.

Freud’un önemli bir eseri “uygarlık ve hoşnutsuzlukları” adini taşır. Uygarlığın hoşnutsuzluklarına nevrotikler katlanabilir ve bunun bedelini de nevroz olarak öderler. Nevrotikler sembolleştirme yeteneği olan insanlardır. ABD, uygarlığın hoşnutsuzluklarına artık tahammül edemeyen ve bunu da sembolleştiremeyenlerin giderek arttığı preodipal bir topluma doğru evrilmenin pek çok işaretini taşıyor.

Fenikel 1930′da nevrotiklerin dışında, karakter patolojisi ile gelen hastaların sayısının arttığını ve artık psikanalistlerin bunu dikkate alması gerektiğini yazdı. Freud bunları tedavi kapsamı dışında bırakmıştı. Kernberg bunların içinde daha ağır vakaları “sınır durum” olarak tanımladı. Neye sınır? Tabi ki deliliğe. Yani Batı coğrafyası en azından psikiyatrik populasyon olarak bir yüzyıl içinde nevrozdan borderline’a geriledi. Bu yüzyılın sonunda da psikoza mi gerileyecek? En azından, sokaklarda, psikotik organize olmuş karakter patolojilerinin sayısı mı yükselecek?

Aslında alametler erken belirmeye basladı. Judy(New York, Masterson Enstitüsü Direktörü) New York’ta “schizopath” denen bir hasta tipini ilk kez gözlemlemeye başladıklarını söylemişti. “Şizofren”lerden pek “psikopat”lık sadır olmaz, gerçeklik testleri çok bozuk olduğu için kolay yakayı ele verirler; e biraz saflardır yani. “Psikopat”lar ise kanınızı donduracak vahşetleri göz kırpmadan işleyebilirler. Buna karşılık yakayı ele vermezler, filmlerde bu konu çok islenir, polisleri filmin sonuna kadar peşlerinde koştururlar. “Şizopat”lar ise hem şizofrenler gibi kolay ele düşen ama şizofrenlerden farklı olarak dehşetengiz cinayetler isleyebilen “yeni bir insan türü”. Sanki insandan hayvana doğru tersine bir evrimin ilk ara formlarından biri gibi. Uygarlığın batısının uğursuz bir alametine benziyor Hani bir kedi bir kuşu kapar da onu yer, ve bu onun için doğal olduğu için kalıntıları saklamaya ihtiyaç duymaz ya, bu şizopatlar da böyle, yani saf bir tarafları da var; aynı hayvanı andırıyor.

Freud, uygarlığın sonu için ensest yasağının kalkmasını şart koşar. En son duyduğumuz da şu; birlikte aşk yasayan bir baba-kız, insanlardan “kendi aşklarına saygılı olmalarını” istediler. Tabi konu “aşk”, “tercih”, “saygı” gibi zamanın en kutsal sözcükleriyle formüle edildiğinde, bugün garipsenen bu durumun, fazla uzun olmayan bir zaman dilimi içinde (belki 30-40 sene) kanıksanacağını ve belki de yasal evlenme haklarını alacaklarını tahmin etmek zor olmaz. Ha, “onların aşkından sana ne?” derseniz, Freud’un, bunu uygarlığın sonu olarak görmesi sizi ilgilendirebilir.

Son olarak, “uygarlığın sonu” temasının bazılarını fazla ilgilendirmediğini görürseniz şaşırmayın. Daha ziyade, çevrenizde uygarlıktan “fazlasıyla yorgun” insanlara dikkat edin. Hala bizimle beraberlerse, yorgunluklarının sebebinin vazgeçilebilecek bir alternatif olduğuna dair zihinlerinde bir imge henüz oluşmamış olduğundan olabilir mi acaba?

Elbette bütün bunları nihilist bir hezeyanın ürünleri olarak görme lüksümüz de var. Ama nihilist hezeyanlar genellikle sahibinin hayatini da kapsayacak şekilde kısa bir süre içinde gerçekleşeceğine inanılan hezeyanlardır. Burada ise bir-iki yüzyıl içinde insanlığın durumunun kötüleşme “eğilimi” taşıdığına dair bir projeksiyon söz konusu. Pek çok antiütopya bundan daha kötümser senaryolar içerir. İklim için söylenenler malum… İnsanların psişe cephesinde ise durum böyle gözüküyor…Hele bir de Sorokin’in “ölmekte olan uygarlıkların kadınsılaştıkları” tezini aklımıza getirirsek ….

Not: “Uygarlık” yerine “kültür” kelimesi de kullanılabilir; sonuçta Kızılderilileri yok edenlerin daha uygar ama daha kültürsüz, yok olan Kızılderilileri ise daha az uygar (daha vahşi) ama daha kültürlü olduklarını varsaymak için sebeplerimiz vardır.

Dr Faik Özdengül

www.faikozdengul.wordpress.com

4 Aralık 2009 Cuma

MERHABA ÖĞRETMENİM...

Bir kış akşamıydı. Hava çok soğuktu, kar yağıyordu. Kardeşimle ben tek odalı bir evde kalıyorduk.Ailem köyde yaşıyordu. Okumak için Sivrihisar’a gelmiştik. İçe kapanık bir öğrenciydim.Öğretmenlerimle konuşmaz, derdimi kimseye anlatamazdım. Çünkü öğretmenlerimiz bize sert davranırdı, bazıları da bizi döverdi.

Kömürümüz yoktu. Kışın köyde kimsede para olmadığı için babam kömür alamıyordu. Her hafta otobüse bir – iki çuval tezek veriyor, biz onu yakıyorduk.

O gün tezeğimiz de bitmişti. Son bir umutla geçen seneden kalan kitaplarımdan birini atmıştım sobaya. O da yanıp bitti. Soba sönüyordu. Üşümeye başlamıştık, üzerimize çektiğimiz yorganın altında titreyerek ders çalışıyorduk.

Dışarıda şiddetli bir rüzgar vardı. Ürkütücü bir uğultu içimize korku salıyordu.

Birden kapının zili çaldı. Çok korktum. Bir süre kapıyı açamadım. Zil bir daha çaldı. Kardeşimle birbirimize sokularak kapıya ulaştık. Açtığımda karşımda sen vardın öğretmenim. Seni görünce daha çok korktum. Bir suç işlediğimi ve senin de hesap sormaya geldiğini sandım. Korku ve heyecan karışınca titremelerim daha da arttı.

Sen “Alişan yavrum kar yağıyor, hava çok soğuk tek başınıza kalıyorsunuz. Aklıma düştünüz, yakacağınız var mı diye sormaya geldim.” deyince yüreğimi ısıttın öğretmenim. Eski ve paslı yaylı divanımıza otururken ben dışarı çıktım. Gözyaşlarımla kar taneleri yanağımda buluşuyordu. Ağlıyordum, korkumdan değil öğretmenim, sevinçten. Çünkü ilk defa bir öğretmenim tarafımdan önemsendiğimi hissetmiştim.

Birdenbire ısınıvermiştim. Beni ısıtan çuvalla getirip sobaya attığın odunlar değil, sevgiyle bakan gözlerinin sıcaklığıydı.

İşte o gün hayatımın dönüm noktasıydı. Çünkü ben o akşam öğretmen olmaya karar vermiştim. İçimdeki kıvılcımı tutuşturmuştun, kocaman bir öğretmenlik ateşi yakmıştın. Artık onu kim söndürebilirdi.

Ben öğretmen oldum öğretmenim. Okula devam ettiğim 6 yıl süresince bizim eve sadece sen geldin. Ben 16 yıl boyunca bin beş yüz öğrencimi evinde ziyaret ettim, aileleriyle tanıştım. Biliyor musun bugüne kadar onlardan on iki bin mektup aldım ve hepsini de el yazımla cevaplandırdım. Öğrencilerimi önemsemeyi, onları fark etmeyi senden öğrendim öğretmenim.

Şimdi güzel ülkemin her köşesine gidip senden öğrendiklerimi öğretmen arkadaşlarımla paylaşıyorum.

Teşekkür ederim öğretmenim. Beni bir tomurcuk gibi alıp sevgi bahçem dediğin yüreğine diktiğin ve çiçek olarak açmam için sevginle suladığın için… Elimden tuttuğun için…

Beynimden önce yüreğime “Merhaba” dediğin için… Ancak yüreğine “Merhaba” diyebildiğimiz bir insanın beynine “Merhaba” diyebileceğimi öğrettiğin için…

ALİŞAN KAPAKLIKAYA

www.sevgiokyanusu.com